Senle barışa bilmerem
Tutma meni dile dünya
Taşı kattın has toprağa
Rengi verdin güle dünya
Azabı doğruya verdin
Serveti oğruya verdin
Semayı kargaya verdin
Kafesi bülbüle dünya
İyi Olan Her Şey Paylaşımda…
Senle barışa bilmerem
Tutma meni dile dünya
Taşı kattın has toprağa
Rengi verdin güle dünya
Azabı doğruya verdin
Serveti oğruya verdin
Semayı kargaya verdin
Kafesi bülbüle dünya
Gezdikçe ayağım değer çamura
Merhaba köyümün yolu merhaba
Gül çiçeh üstünde gezer arılar
Merhaba köyümün balı merhaba
Baharı bir ğoştur yazı bir ğoştur
Turnası ördeği gazı bir ğoştur
Lisanı şirindir dili bir ğoştur
Merhaba köyümün dili merhaba
>
Dünya Senin Değil
Misafir olduğun yere gönül bağlama..!
Kapısına dayanma, çürüktür.
Suretine aldanma..!
Cazibesine kapılma..!
Dünya senin dünyan değildir.
Kendini ev sahibi sanma..!
Sana muhabbet duyan her faniye gönül verme..!
Sürünen yılanlar gibi gövden yerde sinsi sinsi yürüme..!
Cafer Çelebi, 856 Şabân ayında (Ağustos 1452) Amasya’da doğmuştur. İlk öğrenimini Amasya’da babasından ve Amasya’nın önde gelen âlimlerinden almıştır. Eğitimini tamamlamak için Bursa’ya gitmiş ve Hâcı Hasan-zâde’den mülazım olmuştur. Önce Simav’da bir medreseye, sonra Simav kadılığına, 1489 yılında Edirne Bâyezîd İmâreti mütevelliliğine atanmıştır.
1492 yılına kadar süren bu görevden sonra İstanbul’daki Mahmûd Çelebi Medresesi müderrisliğine getirilmiştir. 1497’de Dîvân-ı Hümâyûn’a nişancı tayin edilmiştir.1497’de Dîvân-ı Hümâyûn’a nişancı tayin edilmiştir. 1511 yılındaki yeniçeri ayaklanmasından sonra padişah tarafından azledilmiş ve bir müddet devlet görevinde bulunmamıştır.
Üreyim
Felek saldı bir tufana zamansız
Fırtınaya tuş olufdu üreyim
Çok çalıştım çavaladım yardımsız
Bir yaralı kuş olufdu üreyim
Gam yüküyem vakur başlı ağıram
Terk edilmiş çayır basmış cığıram
Sesim çıkmaz bir haykıram çığıram
Yumruğ boyda daş olufdu üreyim
Ey Hira Yüreklim…!
Ellerimle Elini Tuttuğum,
Aşk’ı Tanıyan Yüreğin Cennete Götüren Rehberim Olsun.
Dualarımın Öznesi Olan Yâr Dün Gece Yine Resmine Baktım Yatmadan,
Gözlerinde Beni Gördüm, Yüreğindeki Acıyı Gördüm,
Hüzünü Gördüm.
Dedim Kendi Kendime,
Aşk Hakkımmıdır Bilmem, Ama Hak Aşkımdır.
Yüreğimi Özenle Koruyorum, Çünkü İçinde Sen Varsın…..
Marifet İki Yüreğin Bir Olması Değilmiydi Zaten,
Biz Tek Yürek Olduk Seninle Kurbanım.
Eğer Sana Kavuşmadan Ölürsem…
Vallahi Ölüm’e de Aşk Olsun!…
Senin İsminle Uyanıyorum Her Sabah…!
Bir Sevinç Kaplıyor Yüreğimi Çünkü Sen Varsın Sol Yanımın Bekçisi.
Ey Hira Yüreklim….!
Kudüs Bakışlım, Ravza Yüreklim, Dualarımın
Ey Gönlüm Aşk İstiyorum
Ey gönül bana öyle bir kelâm et
Yüreğimi söküp dağlayayım.
Sen bilmezsin belki ,
Senin canın yanmasın diye
Sol yanıma bile yatmadığımı.
Özlemek ne renkti sen bilmezsin,
Öyle bir yalnızlığa daldım ki ;
Şiirde ki kelimelerimin dizi tutmuyor.
Ne zaman yağmur yağsa bu şehre,
Ömrüm
Şu önümde giden ömrüm değil mi?
Mesafeyi her an açar da gider.
Ben elimi uzattıkça kendine.
Rahvan ata benzer kaçar da gider.
Benimle kaynayıp taşan değil mi?
Sevda yollarında coşan değil mi?
Aşılmaz dağları aşan değil mi?
Şimdi akıl baştan şaşar da gider.
Elvan-ı Şirazi
Hayatı hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmasa da, Orhan Gazi zamanında Anadolu’ya yerleşen Türkleşmiş İranlı bir aileye mensup bulunduğu ve ataları Şîrazlı olduğundan Şîrâzî nisbesiyle tanındığı ileri sürülmektedir.
Şeyh Elvan-ı Şirazî, Mahmud Şebüsteri’nin Gülşen-i Râz adlı Farsça eserini 1426’da Türkçeye tercüme ederek II. Murad’a sunmuştur. Tercüme-i Gülşen-i Râz’ı tamamladığı 829 (1426) yılında elli yaşında olduğunu bildirmesinden hareketle (Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, nr. 173, vr. 7a) 779’da (1377) doğduğunu söylemek mümkündür. Elvân-ı Şîrâzî’nin ölüm tarihi de belli değildir.
Bir Köylüyüm
Çalışmak neyler adama
Emek verip gıysan cana
Olsan bir ev birde hane
Bir köylüyüm vatandaşım
Öküz koştum tarla sürdüm
Tohumu toprağa verdim
Tırpan çehdim gol çevirdim
Bir köylüyüm vatandaşım