Yaşlı bir adama sokakta yürürken bisikletli çarpmış ve hafif yaralanmış. Etraftakiler hastaneye götürmüşler. Hemşireler, röntgen çekerek her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini söylemişler.
Aslanın kızgınlığı arttı, titizlendi. Baktı ki tavşan, uzaktan geliyor. Korkusuz ve çalımlı bir tavırla hiddetli, titiz, kızgın, suratı asık bir halde koşmakta.
Çünkü mütessir ve zebun bir halde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her türlü şüpheyi giderir. Aslanın hizasına yaklaşıp ilerleyince aslan bağırdı:
“Bire adam evlâdı olmayan! Ben ki filleri parça parça etmişim; ben ki erkek aslanların kulağını burmuşum; Bir tavşan parçası kim oluyor ki böyle benim emrimi ayak altına atsın! Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu aslanın kükreyişini dinle!”
Bir adam hileyle, kuşun birini tuzağa düşürerek yakaladı. Kuş dile geldi, yalvardı:
”Ey ulu insan, sen koyunları, öküzleri yedin, bir çok deveyi kurban ettin. Bu dünyada onlarla bile doymadın, benimle mi doyacaksın? Eğer beni bırakırsan ben sana üç öğüt vereceğim. Bunlara uyarsan her müşkülün hallolur. Birincisini, elindeyken vereyim, eğer beğenirsen beni bırakırsın. İkincisini şu dama konarken, üçüncüsünü de şu ulu ağaçta söylerim,” dedi.
Adam kuşu sıkı sıkıya tutarak: ”Haydi söyle bakalım, eğer beğenirsem seni bırakırım,” dedi. Kuşçağız ilk öğüdünü söyledi: ”Olmayacak sözü kim söylerse söylesin, inanma” dedi. Adam öğüdünü beğenerek kuşu bıraktı.
Akşamın alaca karanlığı. Etrafta derin bir sessizlik. Dingin bir zaman. Birden bir acı feryat yankılandı Berit Dağında:
“Ah anaammm, ah anaammm, anaaamm!” diye vadileri yırttı gitti bir haykırış. Çadırın içinde, yatağının üstünde dikiliyordu Deli Fettah. Bir yiğit ki sormayın gitsin. Civan gibi boylu boslu, göğsü kurt göğsü, geniş. Namı vardı civarda.
Düşmanları çadıra kadar sokulmuş, köpeklere ekmek atıp susturmuşlardı. Ellerinde mavzerler zamanı kollamışlar ve ateş etmişlerdi. “Ah anaaamm!” feryatlarından sonra yatağının üstüne çam gibi devrildi. Sol böğründen girmişti kurşun, bir de göğsünden. Yayladan yaylaya, koymaktan koyağa yankılandı silah sesleri. Acı haber Karabacaklı obasında çadırdan çadıra çok tez yayıldı.
Küçük bir erkek çocuk annesine sordu:
“Niçin ağlıyorsun?”.
“Çünkü ben kadınım” diye cevapladı annesi.
“Anlamadım!” dedi çocuk.
Annesi çocuğu kucaklayıp “Ve hiç bir zaman anlayamayacaksın!” dedi.
Babasına “Baba, annem niçin ağlıyor?” diye sordu.
Babanın cevabı “Bütün kadınlar sebebsiz ağlayabilen yapıdadır” diye cevapladı.
“Senin istifa ettirdiğini bizde istifa ettirdik”
Mehmet Akif Ersoy, Sultan AHMET Camii’ne her gittiğinde orada iki gözü iki çeşme ağlayan yaşlı bir zâta rastlamaktadır. Bu yaşlı zât, başından geçen bir olayı kendisine anlatınca, Mehmet Akif Ersoy bundan çok etkilenmiş, bu yaşlı zatla aralarında geçen konuşmayı ise bizlere şöyle nakletmiştir:
Sabah namazlarını kılmak için Sultan AHMET Camii’ne gidiyordum. Her sabah ne kadar erken gidersem gideyim, mihrabın bir kenarına oturmuş, saçı sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir adam, ümitsizce, bedbin bir şekilde durmadan ağlıyor. O kadar ağlıyor ki, ağlamadığı tek bir dakikayı yakalayamadım. Nihayet bir gün yanına sokuldum ve “Muhterem” dedim,”A efendim!” dedim.
“Niye bu kadar ağlıyorsun? ALLAH’ın rahmetinden bir insan bu kadar ümitsiz olur mu?”
KAZA NAMAZI
Gardiyanların ayak sesleri koğuşun kapısında son buldu, getirdikleri genç bir mahkumu bıraktılar ve gittiler.
Yeni gelen genç içeridekilere selam verdi ve kendisine gösterilen boş yere oturdu. Koğuştakiler ona hoş geldin, geçmiş olsun dediler.
İçlerinden en yaşlı ve olgun olanı gencin yanına yaklaştı ve ona ilgi gösterdi, bir anlamda sahiplendi.
Çünkü selam verişinden ve simasından bu gencin nasıl biri olduğunu hemen anlamıştı.
Genç oldukça yorgun ve bitkin görünüyordu, epeyce bir müddet konuşmadı. Daha sonra yaşlı adamdan bir seccade istedi ve kıblenin ne taraf olduğunu sordu. Sonra kalktı ve yavaş yavaş ikindi namazını kıldı.
Kralın biri bir yere gitmek ister. Giyinmek kuşanmak için elbiseler getirilmesini emreder, fakat hiç birisini beğenmez; ta ki hoşuna gideni bulana kadar elbise değiştirir. Sonunda hoşuna giden birisini giyer. Ardından yağız atlardan getirilmesini emreder ve aralarından en hoşuna gidene biner. O esnada şeytan gelir, burun deliklerinden kibir üfürür ve bütün vücudunu gururla doldurur. Sonra kral ardında askerleri ile birlikte halkın arasında kibirle yürümeye başlar lâkin gururundan etrafındaki insanlara dahi bakmaz.
Mersin’in Mut ilçesinin adının nerden geldiği hakkında epeyden beri bir araştırma yapmak istemişimdir. Ne kadar Mersin’in bir ilçesi olsa da Mut halkı Ticaret ve iş göçü için, yakın olması sebebiyle çoğunlukla Karaman’ı tercih etmektedirler. Bu da ayrı bir konudur.
Gelelim Mut adının nereden geldiğine…Çok eski kaynaklara ve hikayelere göre Hititler zamanında kurulan Mut’un eski ismi Etiler zamanında ” Yenika” adıyla anılmıştır. Sonrasında Frikler ve asurlar tarafından yönetilen Mut önce persler’in eline geçmiş daha sonra Selefkoslar tarafından yönetilmiştir.İşte Selefkoslar’ın Kralının adı Muts olduğu için sonraları Mut olarak anıla gelmiştir. Romalılar ise Claudiopolis adını vermişlerdir. Buna göre Mut adı Muts kralının adı olarak görülmektedir.
HIZIR ALEHİSSELAMDAN GÜZEL BİR HİKAYE
Bir zaman, yaşlı bir kadıncağız duymuş ki, Hazreti Hızır her gün yatsı namazında, Yeni Câmî’de görülürmüş. Kendisi de zâten Hızır Aleyhisselâm’ı görmeyi öteden beri çok istermiş. Duyduğu söz üstüne ertesi gün kocasına durumu bildirip, ondan izin alarak yatsı namazına Yeni Câmî’ye gitmiş. Namaz çıkışında, avluda bir kenara çekilmiş ve başlamış çıkanlara dikkatli dikkatli bakmaya.
O pür dikkat çıkanları tâkip ederken, karşısından bir yaşlı amca çıkagelmiş.
– Neye bakarsın hâtun?
– Dediler ki, bu câmîde her gece Hızır Aleyhisselam görünürmüş. Onu görmeye geldim.
– Peki onu görsen nasıl tanıyacaksın?
– Bilmem.
– O zaman buradan geçse, sen onu tanıyamazsın.
– Doğru, nasıl da akıl edemedim.
– Bak öyleyse, sana onu nasıl tanıyacağını öğreteyim.
– Olur