Bizans İmparatorluğu döneminde (330-1453), İstanbul pek çok yangın felaketi yaşamış ve alevler içinde kalan şehir, sadece sıradan ahşap evlerini değil, mermerden inşa edilmiş anıtsal binalarını da kaybetmiştir.
Bu yangınlardan ikisi, Dördüncü Haçlı Seferi sırasında İstanbul’u zapt etmek için kuşatan Haçlılar tarafından, 1203 yılında çıkarılmış olanlardır.
Bu olayların tanığı olan Bizanslı tarihçi Niketas Khoniates, İstanbul’u mahveden 1203 yılındaki bu iki yangını eserinde çok açık ve duygusal bir şekilde dile getirmiştir. İlk yangın, Dördüncü Haçlı Seferi ordularının gemilerle İstanbul önüne gelmelerinden (5 Temmuz) iki hafta sonra, 17 Temmuz 1203 günü, Haliç’in ağzını kapatan zincirikırarak limana girmiş bulunan Haçlı gemilerinden surlara yapılan saldırı sırasında yaşanmıştır.
Niketas’ın anlattığına göre, başlayan savaş iki taraf için de çok feci olmuştu. İki taraftan da pek çok kişi yaralanmış veya ölmüştü. Niketas o günü bize şöyle aktarır:
Şahmerdan’ın atışları ile “İmparatorun İskelesi” (bugün Ayvansaray’da bulunan Blakhernai Sarayı’nın önünde Haliç’teki iskele; imparatorlar saraya gemiyle geldiklerinde bu iskelede inerlerdi), denen mevkiye yakın bir yerde, yıkılan surda bir geçit bulan, zırhlara bürünmüş Haçlılar buradan şehre girmeye çalıştılar. Gemilerdeki Haçlılar Petria yakınındaki surlara yaklaşıp karaya çıktılar ve merdivenler dayayarak surlara tırmanmaya başladılar. Fakat surların üzerinde ve kulelerde bulunan Romalıların devamlı olarak attığı oklar yüzünden perişan düşüp geri çekilmeye zorlandılar. Bundan sonra Haçlılar gemilerden surun üstüne köprüler uzatarak surun o bölümünü ele geçirdiler ve orada surlara bitişik bulunan evleri ateşe vererek her tarafı tahrip etmeye başladılar.
Niketas, “O gün acı manzaralarla dolu feci bir gün oldu; yangını söndürmek için nehirler dolusu, oluk oluk akan gözyaşları gerekiyordu” derken, içindeki elem ve üzün tüyü, halkın çaresizliğini dile getirir.
Gerçekten de Blakhernai Sarayından Euergetes Manastırı’na kadar uzanan bölgedeki (Ayvansaray-Balat) bütün binalar, evler, eşyalar, her şey yanıp kül olmuştu. Hatta yangın, Deuteron (ikinci) denilen bölgeye kadar yayılmış, her şey yanıp kavrulmuş ve geride sadece küller kalmıştı.
İmparator III. Aleksios, başkentinin uğradığı bu korkunç talihsizliği görünce, çaresizliğin verdiği dehşet duyguları içinde, İstanbul’dan kaçtı ve başkent halkını kaderiyle baş başa bıraktı. Halk onun kaçışını affedilemez bir davranış olarak gördü.
Başlarına gelecek felaketi düşünüp korku ve telâşa kapılmışlardı. Yanı başlarında karargâh kurmuş olan Latinlerin şehre saldırısı devam ediyordu. Onların surları geçmesini engelleyecek birine ihtiyaç vardı. Sonunda halk, tek kurtuluş umudu olarak sarayda hapis bulunan (III. AIeksios’un tahttan indirmiş olduğu kardeşi) II. Isaakios’u hücresinden çıkararak yeniden imparator ilan etti (18 Temmuz 1203). Isaakios derhal Haçlı liderlerine haber göndererek yeni durumu bildirdi. Ağabeyi kaçtığına ve kendisi tekrar tahta çıktığına göre, Haçlılarla imparatorluk arasında artık sorun kalmamıştı; o halde Haçlılar, yanlarında tuttukları oğlu Aleksios’u kendisine iade ettikten sonra, savaşa son verip İstanbul önünden ayrılabilirlerdi.
Halbuki Haçlılar aynı görüşte değillerdi; İstanbul’u zapt etmek konusundaki planlarında hiçbir değişiklik yapmadılar. Isaakios’un talep ettiği gibi, ona oğlunu da yollamadılar. Önce, kendisinin de oğlu Aleksios’un Haçlılara verdiği teminat ve sözleri aynen kabul etmesini istediler, Isaakios Haçlıların bütün isteklerini kabul etti. Sonuçta Haçlılar oğlunun da kendisiyle birlikte imparator ilân edilmesine izin verdiler (1 Ağustos 1203).
Görünüşte, Haçlılarla barışılmış gibiydi. Fakat Haçlılar Aleksios’un vaat ettiği paraları almadan buradan ayrılmayı kabul etmiyorlardı. Isaakios, hazinede kalmış ne kadar para varsa hepsini Haçlılara verdi. Hatta kiliselerdeki altından ve gümüşten yapılmış kutsal eşyaları bile yerlerinden söküp ateşte erittikten sonra, bunları da para haline getirerek Haçlılara verdiklerine ekledi. Fakat Haçlılar ödenen parayı az bulmakta ve daha fazlasını istemekteydiler.
Niketas, bu olayı bize aktarırken Haçlıların engellenemez ihtiraslarını da gözler önüne serer:
İmparator Isaakios topladığı bütün parayı bol keseden Haçlılara dağıttı. Ama bu paraları alanlar bunu bir damla su saydılar. Gerçekten de bunların üzerine Tireniyen Denizi’nin suyunu boşaltsan yetmezdi; zira bu ırk kadar paraya ve bedava yiyip içmeye düşkün kimse yoktur. Ve bunlar durmadan daha fazlasını istediler
İstanbul’da İkinci Büyük Yangın
Rivayetinin devamında Niketas, birinci yangından (17 Temmuz) bir ay sonra, 19 Ağustos 1203 günü, imparatorun izniyle şehre serbestçe girip çıkan Haçlı askerlerinin İstanbul’da ikinci kez yangın çıkardıklarını yazmakta ve yaşanan bu felaketi şöyle tasvir etmektedir:
Fransız, Pisalı ve Venedikli askerler Boğaz’ı geçtiler; sanki şehir içinde oturan Müslümanlara ait olan paraların kendileri tarafından alınmayı bekleyen bir hazine olduğunu düşünüyorlardı. Bu aşağılık grup gemilerle şehre geldi ve kimsenin kendilerine karşı çıkmadığını görünce, birdenbire Müslüman tacirlerin, halk arasında Mitaton (içinde belki de mescit veya cami bulunan alışveriş merkezi) diye bilinen binasına saldırdılar. Kılıçlarını çekerek önlerine çıkan herkesi öldürüp etrafı yağmalamaya başladılar. Haçlıların bu saldırısını gören Romalılar, derhal Müslümanların yardımına koştular. Yeterince kimse gelmedi; ama az sonra Müslümanların yanında dövüşenlerden dolayı Haçlılar geri çekilmek zorunda kaldılar. Silahlarla mücadelenin nafile olduğunu görüp ateşe yöneldiler. Zira tecrübe ile biliyorlardı ki, ateş en etkili silahtı ve şehri ellerine geçirmek hususunda diğer silahlardan çok daha hızlı bir araçtı. Haçlılar birbirinden uzak bulunan birçok yerdeki büyük binaları ve evleri ateşe verdiler. O gece alevler Haçlıların bile tahmin edemeyeceği kadar yükseldi. Bütün gece ve ertesi gün akşama kadar, ateş her tarafa yayıldı ve her şeyi mahvetti.
Ayasofya Kilisesi’nin bile tehlike altında kaldığını belirten Niketas, Milion Kemeri ve ona bitişik olan Makron Galerisi’ndeki binalar ile Synode denilen binanın yerle bir olduğunu aktararak, “Ne pişmiş tuğla ne de derin temeller sıcağa dayanabildi. Binaların bütün yapı malzemesi ve içlerindeki eşyalar, her şey mum gibi eridi” der
Yangının şehrin kuzey bölümünde ve denize inen yamacında bulunan Azize Eirene Kilisesi’nin yakınındaki Müslümanlara ait ‘Mitaton’ adlı binada başlamasının ardından, bütün İstanbul’a nasıl yayıldığının ayrıntılarını da şöyle dile getirir Niketas:
Şehrin doğusuna doğru çok geniş şekilde yayıldı ve nihayet Ayasofya Kilisesi’nin yakınında şiddetini kaybetti. Buna mukabil yangın şehrin batı tarafına, Perama denilen sahil boyuna doğru yayıldı. Sonra patladı ve şehri boydan boya sardı. Şehrin güney surlarında çılgınlığını gösterdi. Tuhaf olan şu ki, yavaş yavaş ilerleyerek ve surları aşarak şehir dışındaki binaları da yok etti ve havada uçuşan kıvılcımlar denizdeki bir gemiyi de yaktı. Aynı zamanda Million’dan başlayan ve birisi Philadelphion’a (Şehzadebaşı) kadar uzanan, üstü kapalı ve sütunlu iki gezinti caddesi de yandı. Böylece Konstantinos Forumu (Çemberlitaş) ile şehrin o bölgesinde kuzeyden güneye uzanan her taraf yıkıldı, harap oldu. Hippodrom bile bu felâketten kurtulamadı; bütün batı tarafı yandı. Yangın oradan da Eleutherion (Langa) çevresindeki binalara kadar uzandı ve her tarafı alevler sardı. Şehir ateşten bir nehir gibi ikiye bölündü, insanlar büyük tehlikeye duçar olmadan sevdiklerinin yanına ulaşamıyorlardı. Birbirlerini görmek için, sadece denizden kayıkla gitmek zorundaydılar! Şehir halkının çoğunluğu aniden gelen alevlerle her şeylerini kaybettiler.
Başkent İstanbul, kuruluşundan itibaren gerçekten birçok kez dikkatsizlik yüzünden, şehirde çıkan ayaklanmalar sebebiyle veya yaşadığı depremler sonucunda, yangın felaketine uğramış ve bu yüzden büyük kayıplar vermişti.
Ama 1203 yılındaki yangınlar, ne yazık ki, Haçlılar tarafından şehre ve insanlara zarar vermek için özellikle yaratılmış felaketlerdendi.
Bunun sonucunda, bütün Ortaçağ boyunca ihtişamı, zenginliği ve güzelliği ile bütün dünyanın ilgisini ve hayranlığını kazanmış olan, “Şehirler Kraliçesi” sıfatıyla anılan bu eşsiz şehir, Roma döneminde bir daha eski durumuna gelemedi.
Ancak Osmanlı Türklerinin şehri fetihlerinden sonra, siyasî, ticari ve kültürel açıdan, parlak ışıklarını yeniden etrafa yaymaya başladı.
Bir yanıt yazın