İbni Haldun, düşünce tarihinin seçkin kişilerinden birisidir. Ortaçağ’ın karanlıklarından parlayarak yükselen sosyal ve politik nitelikteki fikirleri zamanını çok çok aşmış, bu sebeple Batı bilim dünyasında Aristo’dan sonra en çok beğenilen bir düşünür olarak değerlendirilmiş ve alkışlanmıştır.
Aristo’dan sonra, gerek Doğuda gerek Batıda bilimsel düşünce uzun süre hayatla ilgisini kesmiş, sosyal gerçekliği, iyice tanıyıp bilmeden, felsefî ilke ve dinî doğmalarla düzeltme gibi boş saplantılara kapılmıştı. İşte bu duruma son veren, cemiyet ve devleti, hayat şartlarını ve bunların birbirleriyle olan karşılıklı ilişki ve etkilerini gerçekçi bir açıdan ele alarak illet-netice ilkesine göre açıklamağa çalışan İslâm düşünürü, İbnî Haldun olmuştur.[1]
İbni Haldun, 1332-1406 yılları arasında yaşamış astronom, iktisatçı, tarihçi, matematikçi, sosyal bilimci ve İslam bilginidir. Tam adı Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasan’dır.[2] Dedelerinden ilk olarak Halid b. Osman, Endülüs’teki Karmuna’ya hicret etmiştir. Endülüs halkının âdeti olarak Halid olan ismine u ve n harfleri eklenerek ismi Haldun’a dönüşmüştür.[3][4] Babasının adı Muhammed’dir. Genellikle dedesi Haldun’un adıyla İbni Haldun (Haldun oğlu) diye tanınmıştır.[5]
Endülüs’te yaşamış, [1] Geçmişte birçok önemli devlet ve bilimadamı yetiştirmiş [6] Hadramut’tan (Hıdırmut) İspanya’ya göç eden çok eski, soylu [7] ve zengin bir Arap ailesinden gelen İbnî Haldun, 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta doğdu.[1]
Ailesi, ilim ve irfana yabancı değildi. Babası, devrin büyük hocalarındandı. Onun için İbni Haldun’un ilk hocası, babası oldu.[8] Küçük yaşlarda eğitime başladı ve Kurân-ı Kerîm’i ezberledi.[6] Yedi kıraat şeklini öğrendi.[9] 17-18 yaşlarındayken babasını kaybetti. İlk bilimsel çalışmalarını hukuk üzerinde yaptı ve bu konuda kendisini iyi yetiştirdi. Daha sonra matematik, edebiyat, mantık, tefsir,hadis ve gramer dallarında öğrenim gördü.[6] Genç yaşında âlimlerin meclisine girdi. Bilgi ve faziletlerinden istifade etti. Her birinden icazetnameler aldı.[9] Döneminin bilimadamlarından dersler aldı. 20 yaşlarından itibaren devlet idaresinde görevler üstlendi.[6]
İbni Haldun’u tahsil hayatından uzaklaştıran ve hayatı boyunca üzerinde etkili olan iki önemli hadiseden ilki; babasını veba hastalığı yüzünden kaybetmesi, ikincisi ise vebadan kurtulan alimlerin Tunus’tan Mağrib’e göç etmesidir.[8]
İbn-i Haldun, Tunus emîrinin başkatipliğine getirildi. Bu yıllarda, Kuzey Afrika’da bulunan İslâm ülkeleri arasında siyasi ve fikri mücadeleler vardı. Nitekim bir süre sonra Tunus Hükümdarı bir savaşta öldürüldü. Onun yerine geçen idareciler ise, İbnî Haldun’a karşı cephe aldılar. Bu nedenle İbnî Haldun kardeşinin bulunduğu Fas’a geçmek zorunda kaldı. Zamanla burada da siyasi kargaşalar başgösterdi.[6]
bni Haldun, yüksek memuriyetlerde bulunarak, bir süre Tunus’ta idari görevlerde bulunduktan sonra, 1352’de Batı’ya seyahat etti ve bir müddet Becaye sultanlığını idare etti. Fas hanedanının bütün Mağrıb’ı ele geçirmesi üzerine önce Fas’a, sonra da 1362’de Gırnata’ya gitti. Bu dönem içinde Fas ve Becaye’ye yeniden çağrılarak, sarayda yüksek görevlerde bulundu.[8]
Fas Sultânı’nın hizmetinde çalışırken siyasî iftiraya uğrayan genç düşünür, hapse atılmış ve buradan ancak Sultân’ın ölümü sonucu kurtulabilmiştir.[1] İbnî Haldun, bu kez de İspanya’daki Beni Ahmer Devletine geçmiş, idarecilerin isteği üzerine [6] burada elçilik yapmış ve bu arada İspanya kralı Alfonso’nun hayranlığını kazanmıştır. Kral’ın İspanya’da yerleşmesi dileğini kabul etmeyen İbnî Haldun, İspanya’dan ayrılarak tekrar Afrika’ya dönmüş, çeşitli Berberî ve Arap devletçiklerinde bir yandan siyasî, idarî ve hattâ askerî görevler alırken bir yandan da bilimsel çalışmalarda bulunmuştur.[1]
Kastil Kralı’na elçi olarak gönderildi. Vezir İbn-i Hatip’in rekabeti yüzünden Gırnata’dan ayrılmaya mecbur oldu. Becaye Emiri Ebu Abdullah’ın davetini kabul etti ve ona vezirlik yaptı. Becaye ile Constantin arasındaki gerginlikleri gidermeye çalıştı. Siyasî hayatın istikrarsızlığı onu ilmi çalışmaları için Telemsan’da yerleşmeye zorladı. Fakat idarî kabiliyetinden faydalanmak üzere davet edenlerin çokluğu onu tekrar faal hayata soktu. Telemsan Sultânı Ebû Hama, onu hudutları koruyan kabilelere başkan tayin etti. Bu askerî vazife münasebetiyle İbn-i Haldun, sahra halkını tanıma ve göçebeler hakkında derin tetkikler yapma fırsatını buldu. Zaten tarihle ilgili görüşlerini bu tecrübeler vasıtasıyla kristalize etti. [9]
İbnî Haldun, çeşitli sebeplerle birkaç İslâm ülkesini daha gezdi. Bu arada, salgın bir hastalık yüzünden bütün ailesini kaybetmişti. Ayrıca, yerleşme kararı aldığı Mısır’a hanımını, çocuklarını ve mal varlığını getiren gemi batmış, yapayalnız kalmıştı. bütün bu olaylar hayatinin bundan sonraki kısmında İbnî Haldun’un yalnızlığa çekilmesine neden oldu. Bir ara Mısır’da hem hakimlik yaptı hem de medresede dersler verdi. Ancak yine Onu kıskananlar ve görüşlerine tahammül edemeyenler ortaya cıktı. Timur ordularının Mısır ordularını yenmesi üzerine İbnî Haldun da esir edildi. Bu olay, İbnî Haldun’u Timur’un karşısına çıkardı. Timur, Onun bilgisine ve zekasına hayran oldu. Onunla sohbetler yaptı. Hatta bu karsılaşmanın Timur’u istila fikrinden vazgeçirdiği söylendi. İbnî Haldun, Timur’un parlak vaatlerini bir kenara iterek, tekrar Mısır’a geldi ve tamamen uzlete çekildi.
Yaradılışı bakımından faal devlet hayatından uzak kalamayan düşünür, daha sonra Mısır’a yerleşerek kadılığa başlamıştır. Fakat adalete düşkünlüğü, tarafsızlığı, siyasî etkilere koyma gücü yüzünden bazı kişilerin şikâyet ve iftirâlarına uğramıştır. Sultân’ın huzurunda yapılan duruşmasında beraat etmişse de, gururu incinen İbnî Haldun, kadılığı bırakarak bir süre Kahire’de Cami-î Ezher’deki müderrisliği ile yetinmiştir. Daha sonra çeşitli diplomatik görevlerle Timur’un yanına gitmiş ve bu büyük hükümdârın saygısını kazanmıştır. Hayatının son yıllarında Mısır’dan ayrılmayan İbnî Haldun, sayılan ve sevilen bir kişi olarak, eğitimcilik ve zaman zaman kadılıkla uğraşmış ve 1406 yılında, 74 yaşındayken hayata gözlerini yummuştur.[1]
İbnî Haldun çok yönlü bir düşünürdür. Toplumun her yönü hakkında gözlemlerde bulunmuş, düşüncelerini söylemiştir. Eğitim ve öğretim konusunda ise aslında kuramsal düşünceler geliştirmiş değildir ve genel bir kuramı yoktur. Fakat değindiği hususlar ve gözlemler, zamanına göre çok ileri sayılabilir ve daha sonra geliştirilen kuramlara ışık tutmuş olabilir. Özellikle çocuğun kişiliğine kalıtımın değil, eğitim ve toplumun törelerini, çevrenin yön vereceğini belirtmesi dikkati çekicidir. Ayrıca eğitimi bir toplumsal olgu olarak ele alışı da ilginç yanlarından birisidir, öğretimde ileri sürdüğü ilkelerin çoğu bugün de geçerlidir. Akılcılığı ve deneyime önem verişi de onun diğer nitelikleri arasındadır. Bütün bu yönleriyle İbnî Haldun, eğitim sosyolojisine belirli katkıları olan bir düşünürdür.[10]
İslam siyaset felsefesi bir taraftan Maverdi, Gazali, İbni Teymiye gibi fıkıh ve kelam alimlerinin çabalarıyla ve vahyin belirlemeleri etrafında şekillenirken; diğer yandan Yunan felsefesi ve Yeni-Platonculuk çizgisini takip eden ve fakat İslami zemini göz ardı etmeyen Fârâbî, İbni Miskeveyh, İbni Sina, İbni Rüşd, Nasreddin Tusi, İbni Haldun, Celaleddin Devvani ve Kınalizade Ali gibi filozof ve düşünürlerin eserleriyle neşv ü nema bulmuştur. Bu filozof ve alimler, siyaset ile ilgili düşüncelerinde ahlak, adalet, erdem ve mutluluk gibi kavramları kendilerine çıkış noktası olarak kurgulamaya ve doğru siyasetin ve adil bir yönetimin esaslarına ulaşmaya çalışmışlardır. Siyaset felsefesi onlar için, her iki dünya açısından en yüce amaç olan mutluluğa ulaşmanın ilmidir. Bu filozof ve alimler, genel düşünce ve felsefelerini ahlak ve siyasetle taçlandırmış, ilimler tasnifinde tabi ilimler ve dini ilimlerin yanısıra pratik ilimler (medeni ilimler) olarak da ahlak ve siyaseti ön planda tutmuşlardır.[11]
45 yaşında İbni Selâme Kalesi’ne yerleşene kadar siyasi ve idari karışıklıklar içinde geçen ve “menfaat ve maslahatına olan her vesileden ve vasıtadan rahatlıkla faydalanmasını bilen”, adeta bugünkü ifade ile makyavelist bir tutum sergileyen İbni Haldun, hayatının ikinci safhasında ise “Siyasi entrikalardan uzak, huzurlu ve istikrarlı bir hayat yaşama imkanına kavuşmasıyla” birlikte kendisini ilme ve telife vermiştir.[12]
Sosyolojiyi bilimleştiren ve tarihi, bir olaylar yığını olmaktan çıkararak tarih felsefesinin temellerini atan, İbn-i Haldun’dur.[13] İbni Haldun, pek çok Batılı bilim adamı tarafından sosyoloji ve tarih felsefesinin kurucusu olarak kabul edilir.[14]
İbn-i Haldun tarihi evrimsel bir süreç olarak görür. Ona göre, toplumlar ve kurumlar bu süreç içinde sürekli olarak değişir. Bu anlamda tarihin uygarlık tarihi ile ilişkisi şu noktadadır: Kurumların ve toplumların tarihi, yapıp, ettikleri, uygarlığın doğasını etkileyen ve dolayısıyla onun evrimini belirleyen koşullardır. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz.[15]
İbn-i Haldun, tarihte iki manzara görüyor. Birincisi: Kronik. İkincisi: Asıl tarih. Kronik, vakaların tasviridir ve yalnızca edebî değeri vardır. Tarihin ise bazı prensipler ve sebeblerin yorumlanmasına ve muhakemeye ihtiyacı vardır. İşte buradan tarihin hakikati doğar. Tarih yalnız gerçek hâdiseler değildir; aynı zamanda bunların gerçekleşmesini gerektiren şartların tahlilidir. Bu şartların tetkiki çok geniş olabilir ve insan cemiyetinin bütün manzaralarını kuşatabilir. İnsan cemiyeti bütünlüğü ile ele alınmıştır.[9]
İbn-i Haldun, “tarih, insanların ve kavimlerin hâl ve durumlarının nasıl değişmiş olduğunu, devlet sınırlarının nasıl genişlemiş, kudret ve kuvvetlerinin nasıl artmış bulunduğunu, ölüm ve yıkılma çağı gelinceye kadar yeryüzünü nasıl imar ettiklerini bize bildirir. Bu tarihin zahirî (açık anlaşılan) mânasıdır. Tarihin içinde saklanan mâna ise, incelemek, düşünmek, araştırmaktan ve varlığın (kâinatın) sebep ve illetlerini dikkatle anlamak ve hadiselerin vuku ve cereyanın sebep ve terkibini inceleyip bilmekten ibarettir. İşte bundan dolayı tarih şereflidir ve hikmet’in içine dalmıştır.” diyerek tarihî geçmiş olayların anlaşılmasında başvurulan kaynak ve onların felsefî temellerini vurgulamıştır.[16]
Naima da İbni Haldun’un tarih anlayışından etkilenmiş ve İbni Haldun’un beş dönemle ilgili nazariyesini özetleyerek Osmanlı tarihini dönemlerini bu şemaya göre açıklamaya çalışmıştır. Naimâ’dan sonra çöküş dönemi yazarları, İbni Haldun’un fikirlerini Osmanlı tarihinin takip ettiği gidişatı açıklayan bir nazariye olarak kabul etmişlerdir.[17]
İslâm, Müslümanlara yönetim sisteminin temel ilkelerini vermiştir. Bunlar; şura, biat, adalet, işin ehil olana verilmesi, yöneticilerin yönetilenlerden olmasıdır. Bu temel ilkelerin en ideal uygulama örneklerini ise Raşid Halifeler döneminde bulan ulema, konuyla ilgili izahlarında sık sık bu döneme atıfta bulunur. Hz. Ebûbekir’in önce bir grup Müslüman tarafından seçilmesi ve sonra umumî biatin yapılması; Hz. Ömer’in Hz. Ebûbekir’in tavsiyesi ve Müslümanların biati ile seçilmesi; Hz. Ömer’in kendisinden sonraki halife için şura oluşturması ve bu şuranın Hz. Osman’ı seçmeleri ve umumî biatin yapılması; nihayet Hz. Ali’nin önceki geleneğe uygun ve fakat anarşik bir dönemde alelacele hilafete getirilmesi; bu Halifelerin icraatları, yönetim biçimleri, kararları, savaş usulleri, müslim ve gayr-ı müslimlerle ilişkileri hep örnek davranışlar olarak gösterilmiştir. Hilafetle ilgili ahkâm tespit edilirken de ideal olarak kabul edilen bu dönem model alınmıştır. Ancak bazı alimler bu örnek dönemden sonra yönetim sisteminin değiştiğini fark etmekte gecikmemişler, konuyla ilgili izahlarını buna göre yapmışlardır. Nitekim İbni Haldun, “Mukaddime”sinde imameti üçe ayırır:
- Tabiî Mülk: Tüm halkı belli bir maksadın ve arzunun icabına göre sevk ve idare (zorba ve despotik idare);
- Siyasî Mülk: Dünyevî maslahatların celbi ve zararlarının def’i hususunda nazar-ı aklînin gereğine göre tüm halkı sevk ve idare;
- Uhrevî maslahatlar ile, bunlara raci olan dünyevî maslahatlar hususunda, nazar-ı şer’înin gereğine göre tüm insanları sevk ve idare etmektir.
Bu tasnifte ikinci şık birincinin daha gelişmiş ve rasyonel olanını ifade eder ve idarecinin tavrına göre dinî bakımdan müspet yada menfî bir seyir takip eder.[18]
İbni Haldun, genel olarak toplumsal olayların tümünde ve özellikle ekonomik kalkınmanın ortaya çıkışında bireysel ve psikolojik faktörlere büyük bir ağırlık vermektedir. Buna ek olarak üzerinde durduğu diğer bir konu ise, bireyleri kalkınma yönünde harekete geçiren faktörlerin hangi ortamlarda ortaya çıktığıdır. Bu anlamda İbni Haldun’un sormuş olduğu soru, asabiyet duygusunu geliştiren veya yok eden ortamların neler olduğu ve asabiyet duygusunun sürekliliğini sağlamak için nelerin yapılması gerektiğidir.
İbni Haldun, bu soruya cevap vermeden önce toplumsal yaşam biçimlerini gelişim sırasına göre göçebelik (bedevilik) ve şehir hayatı (hadarilik) şeklinde ikiye ayırır ve asabiyet duygusunun ortaya çıkışını ve etkililiğini buralarda arar. Ona göre göçebe hayatı ilkel, eksik ve geri bir hayat iken, şehir hayatı gelişmiş, mütekamil ve ileridir. Bundan dolayı toplumsal gelişim şehir hayatı yönünde seyreder. Zira gelişme ileriye doğrudur. Fakat İbni Haldun’a göre gelişmenin temel dinamikleri göçebe toplumların yaşam biçimlerinde yatmaktadır.[19]
İbnî Haldun, devlet hayatıyla dini hayatın sınırlarını ortaya koyarken, bir çeşit “laik devlet” sistemini savunmuştu. İbnî Haldun’un temel gayesi; İslam Medeniyetinin tarihi ve sosyolojik problemlerine ışık tutmak ve İslâm kültürüne yeni bir canlılık kazandırmaktı.[6] Ortaçağ İslam-Arap düşünürlerinden olan İbni Haldun, çok yönlü bilimsel kişiliği, gözlemleri ve düşünceleriyle dönemini etkilemiştir ve günümüzde de önemini sürdürmektedir.[8]
İbni Haldun, az sayıda eser bırakmıştır. “Mukaddime”, “el-İbar”, “Divan-i Mübteda”, “el-Haber fi Eyyamu’l-Arab”, “el-Acem” ve “el-Berber”, eserlerinin en meşhurlarıdır. Sosyoloji, mimari ve tarih ilimlerinin gerçek kurucusu olması, en büyük başarılarındandır.[3][4]
Bilimadamlarının İbni Haldun’a Dair Görüşleri
İbni Haldun, çeşitli tarihlerde ve çeşitli yazarlar tarafından modern tarihçiliğin, siyasal bilimlerin ve sosyolojinin kurucusu olarak görülmüştür. Örnek olarak ele aldığımız düşünürler, yazarlar ve bilimadamlarının İbni Haldun’la ilgili görüşlerinin bir kısmına yer verilmiştir.
Katip Çelebi, Naima Mustafa, Abdurrahman Şeref Bey; İbni Haldun’u tarihi açıklayan bir üstad, bir “tarihçi”, olarak görmüşlerdir. Tonybee, İbni Haldun’dan, “herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük bir tarih felsefesinin sahibi” olarak bahsetmektedir. Hitti’ye göre İbni Haldun, İslam’ın en büyük tarih felsefecisidir. Claude Huart, Italo Pizzi, A. Nicholsan gibi Arap Edebiyatı tarihçileri; T.J. Boer gibi İslam-Arap felsefecisi; Villiam Muir, August Müller gibi İslam tarihçileri ve Eduard Meyer gibi diğer alanlardaki tarihçiler İbni Haldun’u tarihçi ve tarih felsefecisi olarak övmüşlerdir(Hassan, 1998:27). Geri kalmış ülkelerin durumunu inceleyen Fransız bilim adamı Yves Lacoste, “az gelişmişlik” olgusunu tarihi verilerle birlikte açıkladığını ve dolayısıyla İbni Haldun’un toplumsal olaylara olan bilimsel bakış açısının olduğunu belirtmektedir. Erwin Rosenthal’e göre, İbni Haldun, İslam’ın en önemli siyasal düşünürlerinden biri olarak kabul edilir.
İbni Haldun’un önemine sosyologlarca da işaret edilmiş; A. Ferreire, Ludwig Gumplowicz gibi sosyologlar İbni Haldun’u sosyolojinin habercisi, öncüsü, ilk sosyolog ve benzeri şekillerde sıfatlandırmışlardır. Düşünür; tarih sosyolojisinin, sosyal morfolojinin, genel sosyolojinin ve siyaset sosyolojisinin öncüsü niteliğinde görülmektedir.[8]
Mukaddime: İbni Haldun’un en önemli eseri ‘Mukaddime‘dir. Mukaddime onun tarih konulu eserlerine bir başlangıçtır. İbni Haldun bu eserinde modern sosyolojinin öncüsü olarak görünür. O, bu eserde tarihin bütünüyle sosyolojik bir tanımını yapar. İbni Haldun, Mukaddime’sinde çeşitli ilimleri anlatmış ve bu ilimlerin değerini belirtmiştir. İlimleri ilk olarak akli ve nakli diye ikiye ayırmıştır. Akli ilimleri de dörde ayırmıştır:
- Mantık
- Talimi (Riyazi) ilimler
- Tabii ilimler
- İlahi ilimler
Şer’i yani nakli ilimlerin bölümleri de şunlardır:
- Tefsir
- Kıraat
- Hadis
- Fıkıh Usulü
- Fıkıh
- Kelam
- Tasavvuf
- Rü’ya [20]
Bu hususu teyit için o şöyle demektedir: “Herhangi bir ilimde bilgin olmak için gereken ilk bilgileri, o ilmin kaide ve kurallarını ve ilimde incelenen meseleleri asıl ve esaslarından, başka bir deyimle küllî olan usullerinden fer’î olan meselelerini çıkarabilmekle olur. Herhangi bir ilimde bu hususlarda meleke kesbedilmedikçe o ilimle meşgul olan kimse onu iyice kavramış ve bilmiş sayılmaz. Bu meleke fehm, anlam ve ezberlemeden başka bir şeydir.” Kuvvetli bir meleke ile yazılan “Mukaddime bir hamlede fethedilemez. Atıfların ve îmaların karanlık dehlizinden geçeceksiniz. Tanımadığınız mefhumlar kesecek yolunuzu. İbni Haldun külliyatını tetebbu etmeyenlere sırlarını ifşa etmez eser.”
“Geniş bir kültür birikimini içeren Mukaddime’nin incelenmesi başlı başına bir sorundur. Bu sorunun çözümüne sağlıklı bir yaklaşım, Mukaddime’deki her konunun ayrı ayrı dikkate alınmasını değil, fakat konular arasındaki iç bağıntıların karşılıklı etkilerindeki bütünlüğün ihmal edilmemesini gerektirir.” Böyle olunca da ne sadece Satı el-Husri’nin belirttiği gibi bir sosyoloji kitabı ne de bir tarih kitabıdır. O hem çözümleyici hem birleştirici bir tarzda incelenen öğelerden oluşan dev bir medeniyet ve “beşeri ilimler ansiklopedisidir.” Çünkü İbni Haldun, bu eserinde medeniyetlerin ve kültürlerin doğuşunu, yükselişini ve çöküşünü çözümlemekte, özellikle İslam medeniyetiyle ilgili tutarlı görüşler ileri sürmektedir. Yine İbni Haldun, “Mukaddime’de yalnız tarihle uğraşmaz, aynı zamanda İslam dünyasındaki sanatları, ilimleri gözden geçirir, bunların herbirinin amacını ve kapsamını belirler. İbni Haldun’un yaptığı ilimler sınıflandırması da, nihai İslamî bölümleme sayılabilir.” [2]
İbni Haldun’un Tarih Felsefesi
İbni Haldun’un tarihçiliğinin iki temel yönü vardır: Bir yönüyle, tarihin kaynaklarını, tarihsel verilen, yazılı belgeleri, nakil ve rivayetleri eleştiri süzgecinden geçirir; tarihsel olaylarını mantıksal bir kadro içinde düşünür. Böylece, onda tarih, geçmişte anlaşıldığının tersine, olguların yalnızca anlatımı değil, aynı zamanda anlatılanların doğruluk derecelerini saptama yöntemi haline gelir. İbni Haldun, «hikmet ölçüsü» diye adlandırdığı bu yönteme göre yanlışlığını saptadığı eski tarihlerden örnekler de vermiştir. Sözgelimi, Mes’udi adlı Arap tarihçisi İsrailoğullarının bir savaşta 600 000 asker topladıklarını yazar.
Oysa İsrailoğullarının toplam nüfus sayısının azlığı, ülkelerinin dar oluşu, savaşın yapıldığı alanın kapsayabileceği insan sayısının sınırlı oluşu vb ölçüler dikkate alındığında Mes’udi’nin kaydettiği bu rakamın oldukça abartmalı olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Kaldı ki, Müslümanlara karşı Kadisiye’de ölüm kalım savaşı veren İran gibi o dönemin oldukça büyük bir ülkesi bile ancak 120 000 asker donatabilmiş, 200 000 de yedek toplayabilmiştir.
İbni Haldun tarihsel olaylarla ilgili nedensellik ilkesi üzerinde de önemle durur; bu olayların hangi tarihsel yasalar çerçevesinde geliştiğini araştırır. Bu bakımdan tarihi, bir olaylar yığını değil, olaylar düzeni olarak algılar ve böylece bu bilimi, geçmiş olayların kuru öyküsü olmaktan kurtarıp bir «ilim» düzeyine çıkarır. Ayrıca nedensellik ilkesi tarihçiyi, geçmişteki olayların toplumsal, siyasal, coğrafi, etnik, kültürel vb etkenlerini de inceleme ye götürür. Bizzat İbni Haldun, tarih biliminden bunu anlamış ve dev yapıtı Mukaddime’de başarıyla uygulamıştır. Sıradan olayların anlatımından öre «tarih fenni» veya bilimi, olayların «dış»ıyla (zahir) yerinmez; «iç» yüzüne (bütın) de bakar, Böylece «siya serin temelleri, uygarlığın (ümran) doğası, insani topluluğun türlü durumları,tarih incelemelerinde vazgeçilmez birer öğe olarak büyük önem kazanır. İbni Haldun, tarihçiliği eski dönemlerin felsefe tanımıyla« eşyanın gerçeklerini bilme, kavrama» olarak anlar. Kendisinden önceki tarihçileri, tarihin bu «bâtın» yanını görememiş olmakla suçlar ve onların hangi noktalarda yanlışlar yaptıklarını örnekleriyle anlatır.
İbni Haldun, ilk kez kendisinin «çok soylu ve çok değerli» bir tarih bilimi başlattığını söyleyerek övünmüş ve bunun kendisine bir Tanrı vergisi olduğunu ima etmiştir. Ancak, yeri geldikçe yetersizliğini belirterek okuyucusunun kendisini eleştirmesini, verdiği yanlış bilgiler varsa bunları düzeltmesini isteme erdemini de göstermiştir. Yer yer eski tarihçileri suçlarken, bazen de «eski kültür çağlarından bize ulaşmayan eserler ulaşanlardan daha çok olduğuna ve insanoğlunun yetiştirdiği düşünürlerin sayısı oldukça kabarık bulunduğuna göre» bu konuda «geçmişi suçlamanın doğru olmayacağını» belirtmiştir.[21]
İbni Haldun’a Göre Devletlerin Yıkılış Sebepleri
F. Ratzel’in devleti canlı bir organizma olarak görme fikri, yeni bir düşünce değildir. Tunuslu ünlü bilgin İbni Haldun, çok daha önce devleti bir canlı şeklinde düşünmüştür. İbni Haldun’a göre devletler de insanlar gibi doğarlar, büyürler ve ölürler.[22]
Öncelikle sunu belirtmek gerekir ki; İbnî Haldun’un bu alanda kullandığı temel kavram olan “Umran” terimi, çeşitli Batılı kaynaklarda bazen Medeniyet bazen de Kültür olarak geçmektedir. Kavram kargaşasına yol açmamak için önce bu kavramı izah etmek gerekir. İbnî Haldun Umran terimini, toplumsal hayat ve örgütlenmenin iki aşaması olarak gördüğü “kırsal” ve “kentsel” hayat için genel olarak kullandığı zaman “kültür”, “Kent Ümranı” seklinde kullandığında ise Medeniyet anlamı taşımaktadır.
Bütün insan toplulukları, “kırsal kültür”den “kent kültürü”ne doğru bir gelişme gösterirler. Kırsal Kültür, kendi içinde 3 alt aşamada oluşur. İlk asama, insani toplumsal hayat ve örgütlenmenin en ilkel bicimidir, göçebelik ve hayvancılığa dayanır. İkinci asama, hayvancılık alanının çeşitlendiği yine göçebelik toplumudur. Uçuncu son asama ise, küçük yerleşim birimlerinde (koy veya kasaba) sebze ve tahıl tarımının yapıldığı yerleşik hayatin oluştuğu donemdir.
İbnî Haldun’a göre; daha kalabalık halk topluluklarını bir arada toplayan Kent hayati medeniyetin ilk aşamasıdır. Burada hayvancılık ve tarımın yerini Sanayi ve Ticaret almıştır. Esasen, Kırsal alandaki üretim artışı, yeni ihtiyaçların belirmesine ve üretimin pazarlanması ihtiyacına yol açtığı için Kent hayatini ortaya çıkarmıştır. Kent hayatinin sürekliliği ve varlığı için, insanların bir araya gelip üretim ve pazarlamada işbirliği yapmaya karar vermesi yeterli değildir. Bunları bir arada tutacak, birbirlerine zarar vermelerini önleyecek bir Egemenlik ve Siyasi Varlık yani Devlet olmak zorundadır. İbnî Haldun’a göre; şehirleşme devleti değil, devlet şehirleşmeyi yaratır. Devlet olmadığı surece Kentleşme de olmaz. Devletin varlığı ile Kent hayati özdeşleşir. Kent hayatında ekonomik faaliyetlerin bozulması ile devletin çözülmesi birbiriyle doğrudan ilişkilidir. Her turlu ekonomik faaliyetin hedefi kazanç elde etmektir. Devletin ekonomik hayata adaletsiz müdahalesi, yüksek vergilerle kazancını artırmaya çalışması, mal ve paraya istediği gibi egemen olması, ekonomik hayati felce uğratır.
İbnî Haldun, siyasi bir egemenliğin oluşması, gelişmesi ve çözülmesi surecinde Siyasi Lider veya liderlerden ziyade grubunun önemli olduğuna inanır. Siyasi bir liderin kişisel özellikleri ne kadar gelişmiş olursa olsun ekibini oluşturamadığı surece kesin olarak başarıya ulaşamaz. Ayni şekilde, devletlerin çözülme sebeplerini Yönetenlerin kişisel kusurlarında aramak da yanlıştır. Bu görüsüyle İbnî Haldun’a göre Devlet -siyasi- bir Hanedan niteliğindedir. Bir devletin ortaya çıkması, gelişmesi ve en yüksek noktaya ulaştıktan sonra çözülmesiyle bir siyasi hânedânın ortaya çıkması, gelişmesi, yükselmesi ve çözülmesi arasında siki bir paralellik kurar. Her devlete ortalama olarak 120 – 130 yıllık bir omur tanır. Her devlet genel olarak 5 temel asamadan geçer.
- Kuruluş Devresi: Her turlu karşı koymanın bastırıldığı, daha önce onu elinde tutan hanedandan zorla alınması devresidir. Ele geçiren grupta canlılık ve etkinlik en üst düzeydedir. Henüz geleneksel alışkanlıklarını yitirmemiş, mütevazi ve kanaatkârdır. Siyasi lider henüz kendisini vatandaşlarından ayrı tutmaz.
- Otorite Devresi: İktidarı elinde tutan lider kendi grubu üzerinde otoritesini tesis eder, mülkü ve nimetlerini kendisi için istemeye baslar. Grupta rakip olacak ileri gelenler yönetimden uzaklaştırılır, kendine bağlı itaatkar kişiler yönetime gelir.
- Rahatlık Devresi: İktidarın meyveleri toplanır, servet genişletilir, san ve şöhret on plana geçer, kendini ölümsüzleştirecek eserler meydana getirilir. Siyasi liderin hem kendi grubunu hem de diğer grupları tam egemenlik altına aldığı donemdir. Güçlü ordu, iyi çalışan sivil bürokrasi ve düzenli toplanan vergiler vardır.
- Taklit Devresi: Siyasi iktidar, atalarının bıraktıklarını yeterli görmeye baslar. En doğru yolun kendisine miras bırakılan yolu takip etmek olduğuna inanır. Taklitçilik ve gelenekçilik, yenileşmenin onunu tıkar.
- Savurganlık Devresi: Siyasi iktidar, atalarından kalan mirası arzu ve hevesine göre israf etmeye ve savurganlık yapmaya baslar. Devlet yönetimine ehliyetsiz kişiler geçirilir. Devletin çözülme ve yıkılma sureci baslar. Ordusunu, memurunu besleyemez ve giderlerini karşılayamaz hale gelir ve yıkılır.
İbnî Haldun, devletin çözülmesinde dış faktörlerden ziyade iç etkenlerin öncelik taşıdığını kabul eder. Bununla birlikte devletin tümüyle ortadan kalkışı bir dış saldırıyla gerçekleşir. Devletin yıkılısındaki en temel sebepleri; Lider, Ekonomi ve Ahlak olmak üzere 3 temel başlık altında ifade eder.
Lider; devletin kurulma safhasında grubuyla ahlaki bir otorite ilişkisi içindedir. Zamanla otoritesini paylaşmak istemez. Liderin kibir, bencillik ve başkalarına hakim olma duygusu öne geçer. Ona göre siyasetin kendisi de Tek Bir Hakim olmayı gerektirir.
İbnî Haldun, ekonominin kendine has kanunları olduğunu belirtir ve herhangi bir zorlama ekonomik hayati alt-üst eder. Ekonomik gelişmenin bir üst siniri vardır ve ondan sonra duraklama ve gerileme baslar. Tahrik edilen insani ihtiyaçların artma hızı, bunları karşılayacak kazanç ve gelirlerin artış hızından fazla olduğu için bir noktada yetersizlik baslar. Bu noktada Devlet, ya giderlerini kısmak ya da gelirlerini artırmak seklinde iki yoldan birini kullanmak durumundadır.
Ne yazık ki bu noktadan sonra bu iki yol da başarıya ulaşamaz. Rahatlığa alışmış olanlar kemer sıkamazlar. Devlet gelirleri artırmak için ya var olan vergileri artırır ya da yeni vergiler koymak isteyebilir. Oysa Vergi ile kazanç arasında tecavüz edilmemesi gereken sinir asılırsa teşebbüs arzusu zayıflar. Vergide de gelir sağlayamayan Devlet, bu defa ekonomik hayata girmek ister. Üreticilerden mallarını değerlerinin altında almaya, tüketiciye fahiş karla satmaya çalışır. Bunun sonucu üretici üretimden, tüccar ticaretten vazgeçer. Tüketiciler şehirden kaçış yolları arar. Devlet bunun da fayda etmediğini görünce, önce yakınındaki varlıklı kişilerden başlayarak herkesin malına ve mülküne el koyar. Bu da vatandaşların yönetimden yüz çevirmesine, dış güçlerle ittifak yapılmasına, ekonomik hayatin durmasına ve devletin ortadan kalkmasına yol acar.
Ahlak; ilkesinin uygarlığın -ilimlerin, sanatların, şehir hayatinin, zenginliğin, konforun, ince alışkanlıkların- gelişmesine paralel olarak bozulup bozulmadığı tarih boyunca tartışma konusu olmuştur. Eski Atina’dan başlayarak Rönesans’a kadar pek çok düşünür, ahlaki yozlaşmanın bir devletin çöküşünde önemli bir etken olduğunu savunur. Berkeley; ‘büyük Britanya’nın çöküşünü önlemek üzerine yazdığı düşüncelerinde, İngiliz halkının maddi heveslerinin artısından ve ahlaki niteliklerini kaybedişinden önemle bahseder. Kurtulmak için Hıristiyan ahlakinin ilkelerinin yeniden saygınlığa kavuşturulması gerektiğini belirtir.’ Aynı şekilde Fransa’da J.J. Rousseau; ‘uygarlığın gelişmesinin ahlakin bozulmasına yol açtığını’ savunur. Spengler; “Batı’nın çöküşünü konu ettiği eserinde gelişmeyle birlikte ahlâkî değer ve kurumların yozlaşmasından” söz eder.
Örneğin; Yürek dili yerine, ilmi dinsizlik; Saygı ve gelenek yerine, soğuk olgusallık; Halk yerine, kitlesellik; Gerçek ve canlı değerler yerine, para ve soyut değerler; Devlet ve Toplum yerine, milletlerarası toplum değerleri hakim olur. İnsanlar; kanaatkar, dayanıklı, kendine güvenen, cesur, yardımsever, namuslu, dindar olmak yerine, haris, mağrur, korkak, tembel, bencil, müsrif, rahatına düşkün, dini değerlere lakayt hale gelirler. Doymak bilmeyen ihtiyaçlarını meşru yollardan tatmin edemeyenler, gayri meşru yolları zorlar ve ahlaki değerleri yıkarlar.
Çözülme surecinde Devlet bütün vatandaşlarına karşı adil değildir. Halk bireyselleşmiş, gayri meşru ilişkiler yaygınlaşmış, din ve ahlak duyguları zayıflamıştır.[6]
Kaynaklar
[1] Doç. Dr. Ülker Gürkan, “Hukuk Sosyolojisi Açısından İbnî Haldun”, auhf.ankara. edu. tr/dergiler/auhfd-arsiv/AUHF-1967-24-01-04/AUHF-1967-24-01-04-Gurkan.pdf
[2] Filozof. net/Turkce/filozof-biyografi-h/313-ibn-i-haldun-filozoflar-biyografileri-hayatlari
[3] quran. al-islam. com/trk
[4] Enfal. de/ecdad104.htm
[5] Biyografi. net/
[6] Dr. Nihal Manaz & Dr. Abdullah Manaz, “İbnî Haldun Kimdir?”, bilgicenneti. com/pdf-669-5c04925674920eb58467fb52ce4ef728-ibni+haldun.pdf
[7] Ead, Frcu. eun. eg
[8] Arş. Gör. Nesrin Candan (Celal Bayar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Manisa), “İbni Haldun’un Gözüyle Kamu Maliyesi Yaklaşımı”, Yönetim ve Ekonomi, Yıl:2007 Cilt:14 Sayı:2, Celal Bayar Üniversitesi, B.F. Manisa, www2.bayar. edu. tr/yonetimekonomi/dergi/pdf/C14S22007/NC.pdf
[9] Taha Tahsin, “İbni Haldun”, Sızıntı Dergisi, www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/ibn-i-haldun.html
[10] Prof. Dr. Mahmut Tezcan (Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi), “İbnî Haldun’un Eğitime İlişkin Görüşleri”, dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/507/6179.pdf
[11] Ömer Osmanoğlu (İGİAD Genel Sekreteri, İslam Felsefesi Bilim Uzmanı), “Metafizik ve Ahlakla İlişkisi Bakımından Ortaçağ İslam Siyaset Düşüncesi”, Dem. org.tr/dem_dergi/5/dem5mak16.pdf
[12] Ahmet Albayrak (KTÜ, Rize İlahiyat Fakültesi, Din Psikolojisi Araştırma Görevlisi), “Bir Medeniyet Kuramcısı Olarak İbni Haldun”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakülktesi Dergisi, 2000, sayı: 9, cilt: 9.
[13] Yrd. Doç. H. Ömer Özden (Atatürk Üniversitesi, Felsefe), “İslam Düşüncesinin Bilim ve Felsefenin Gelişmesindeki Rolü”, Felsefe Dünyası, Sayı:24, Bahar 1997, s.59.
[14] Doç. Dr. Cevdet Coşkun (Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü Erzurum), “Antikiteden Rönesans’a İslam Dünyasında Bilim”, fbe.atauni.edu . tr/BilimEtik/2008_2009_Guz/3_Hafta – Ä°slam Dünyasında Bilim (C Coskun).pdf
[15] Noyabilgisayar. net/ao_dersleri/1.sinif/Uygarlik_Tarihi/unite05.pdf
[16] Dr. Mustafa Aksoy (Marmara Üni. Atatürk Eğitini Fak. Öğr. Gör.), “Sosyoloji ve Tarih İlişkisi”, Türk Dünyası, Tarih Dergisi, Şubat 1998, sayı: 134, s.22.
[17] Nevzat Köken, “Cumhuriyet Dönemi Tarih Anlayışları ve Tarih Eğitimi” (doktora tezi), Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Bölümü, Isparta 2002, s.8.
[18] Dr. M. Saffet Sarıkaya (SDÜ İlahiyat Fak., Isparta), “Ehl-i Sünnet’in Devlet Telakkisinde İki Mesele: İdârî Sistem ve Devlet Reisine İtaat”, Msaffets. com/wp-content/uploads/DOSYA-H.pdf
[19] Cengiz Yavilioğlu (Cumhuriyet Üniversitesi, İ.İ.B.F. İktisat Bölümü), “Ekonomik Kalkınma ve Motivasyon Arasındaki İlişki”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 2.
[20] Veribaz. com/viewdoc.html?ibn-haldun-yasami-ve-eserleri-351499.html
[21] Msxlabs. org/forum/felsefe-tr/11205-ibni-haldun-ibni-haldun-kimdir-ibni-haldun-hakkinda.html
[22] “Türkiye’nin Jeopolitik Önemi”, Bahçeşehir Üniversitesi Uluslararası Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi, İstanbul 2009.
[23] Prof. Dr. Mahmut Tezcan (Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi), “Eğitim Sosyolojisinde Çağdaş Kuramlar ve Türkiye”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları, no: 170, Ankara 1993.
- Yeşil Kahveyi Biliyormusunuz? - 2 Aralık 2023
- Seni Çok Özledim Ey Yar - 18 Ekim 2023
- İmam Gazali’nin İlahi Aşk Tarifi - 13 Ekim 2023
Bunu Paylaş:
- Facebook'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- X'te paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Pinterest'te paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Linkedln üzerinden paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Tumblr'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- WhatsApp'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Telegram'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Yazdırmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)